Thunderbolts* – Hoş Geldin Eski Dostum

MCU’nun son dönemdeki en büyük problemlerinden biri filmlerinin ritimsizliği ve yüzeyselliğiydi. Genellikle film başlar, kahraman bir iki olay yaşar, ardından kendimizi doğrudan son dövüşte bulurduk. Arada bir soluk alma alanı, karakterlerin nefes aldığı bir evre olmazdı. Thunderbolts bunu değiştiren bir film. Film başladığı andan itibaren sadece bir olay örgüsüne değil, karakterlerin kendi içsel yolculuklarına da tanıklık ediyoruz. Karakterler yalnızca görev için bir araya gelmiyor, aynı zamanda birbirleriyle konuşuyorlar ve bu konuşmalar hikâyeyi taşıyor. Filmde sürekli bir diyalog hali var. Tartışmalar, bağırışlar, sessiz kabullenişler… MCU’da uzun süredir kayıp olan o insani bağlar burada yeniden kuruluyor. Bu sayede karakterler sadece bir arka plan figürü olmaktan çıkıyor. Hayatta kalmaya çalışan, geçmişiyle cebelleşen gerçek insanlar hâline geliyorlar.

Filmin en önemli tercihlerinden biri ise bir ana kötünün olmaması. Karakterlerin savaşması gereken şey dışsal bir düşmandan çok, kendi içlerindeki çatışmalar. Bu da filmi klasik MCU yapısından ayırıyor. Her karakterin geçmişinden taşıdığı yükler var. Tüm bu kişisel meseleler bir araya geldiğinde, aslında filmin temel çatışmasının karakterlerin kendi travmalarını aşma süreci olduğunu anlıyoruz. Bu da izleyici olarak bizim karakterlerle daha güçlü bir bağ kurmamızı sağlıyor. Çünkü bu sefer izlediğimiz şey gökten inen bir uzaylı ordusunu yok etmek değil; gerçekten, derin bir acının içinden geçip yeniden ayağa kalkmak.

Filmin finali bu yüzden klasik bir savaş sahnesiyle bitmiyor. Parlayan ışıklar, yıkılan binalar, havada uçuşan yumruklar yok. Onun yerine diyalog var. Konuşma var. Karşılıklı anlaşma, duyguların açılması, acının kabulü var. Bu bir tercih ve bence çok da cesur bir tercih. Çünkü MCU’da son yıllarda görmeye alıştığımız her şeyin tersine gidiyor. Ben bu filmde tıpkı Doctor Strange’in ilk filminde olduğu gibi, savaşsız kazanılan bir zafer izledim. Bu bazı izleyicilere basit gelebilir. “Hani efektler? Hani büyük final?” diyebilirler. Ama ben bunu özlemiştim. Duygusal çözülmenin fiziksel şiddetten daha doyurucu olduğu bir anlatıyı, uzun zamandır bekliyordum.

Thunderbolts’un en güçlü yanı, sonunda gerçekten bir “takım” izliyor olmamız. Film boyunca karakterler birbirlerine yaklaşıyor, uzaklaşıyor, yeniden bağ kuruyorlar. Ve bu süreç sonunda ortaya çıkan şey, görev icabı bir araya gelmiş birkaç kişi değil; birbirine bir şekilde tutunmaya çalışan bir aile hissi. Endgame sonrası MCU’da eksikliğini hissettiğimiz tam da buydu. Age of Ultron’un o sıcak açılış sahnesindeki gibi, dostluk ve kardeşlik hissi. Thunderbolts bunu geri getiriyor. Sadece birlikte savaştıkları için değil, birbirlerini dinledikleri ve birlikte iyileşmeye çalıştıkları için bir aradalar. Bu ekipteki kimya zorla kurulmamış. Her şey zamanla, diyalogla, yaşanmışlıkla oluşmuş.

Filmin temposu yavaş. Özellikle ilk iki perde boyunca aksiyon çok az. Ama bu yavaşlık filmi sıkıcı yapmıyor. Aksine, karakterleri tanımak için nefes alanı sağlıyor. Çünkü bu karakterlerin bir yere yetişme derdi yok. Onların tek istediği, sonunda bir eve dönmek ve çoğunun bir evi bile yok. Bu yüzden film de onların ritminde akıyor. Hikâye ilerledikçe, onların iç dünyalarına daha çok yaklaşıyoruz. Bu yavaşlık, filme sinmiş olan duygusal tonu daha derinleştiriyor. Thunderbolts, karakterlerini ve onların acılarını aceleye getirmeden anlatıyor.

Oyunculuklar genel olarak çok güçlü. Florence Pugh, Yelena’yla başrolü net bir şekilde taşıyor. Filmde duygusal yükün büyük kısmı onun omuzlarında. Sentry’nin oyunculuğu da çok etkileyici. İkisi filmi birlikte sırtlamış durumda. Sentry’nin hikâyesi henüz tam anlatılmıyor, bu film daha çok onun başlangıç noktası. Void kısmına çok az giriliyor. Ama bu bilinçli bir tercih gibi. Çünkü bu bir sonuç değil, bir başlangıç filmi.

Karakter kullanımı genel olarak dengeli ama eksikler var. Ghost’un geçmişine hiç girilmiyor. Eğer Ant-Man 2’yi izlemediyseniz, onun motivasyonları biraz havada kalabilir. Red Guardian daha çok mizah unsuru olarak işlenmiş, derinliği az. John Walker ise birkaç iyi diyalogla destekleniyor. Bazı karakterlerin işlenişi yüzeysel kalmış ama bu, genel olarak filmdeki duygusal yoğunluğu çok zedelemiyor.

Thunderbolts başta bağımsız bir film gibi pazarlanmış olsa da aslında MCU’nun merkezinden konuşuyor. Evrene çok bağlı. After credits sahnesi uzun süredir ilk kez heyecanlandırdı beni. Film, izleyicide “sonra ne olacak?” duygusunu yeniden uyandırıyor. Ve bu bile tek başına önemli bir başarı. Çünkü MCU’nun artık merak uyandırmayan bir yer hâline geldiğini düşünüyordum. Thunderbolts bu hissi kırıyor.

Görsel olarak film çok renkli değil. Renk paleti soluk ama bu tercih de filmin ruhuna uyuyor. Travmalar, kayıplar ve duygusal yüklerle dolu bir hikâye anlatılırken bu görsel ton anlamlı geliyor. Her şey çok abartısız ve sade. Yönetmenlik de aynı şekilde. Göze sokulmayan, ama dengeli ve karakter odaklı bir kamera kullanımı var. Soundtrackler yeterli. Aksiyon sahneleri az ama başarılı. Belki biraz daha uzun ve güçlü sahneler görmek isterdim ama bu eksiklik değil, bir tercih gibi hissettirdi.

Genel olarak Thunderbolts, MCU’nun uzun süredir kaybettiği insani duyguları geri getiriyor. Süper

kahramanların tanrısal güçleriyle değil, insani zaaflarıyla ilgileniyor. Birbirine yumruk atanlardan değil, birbirini dinleyenlerdthuen oluşan bir hikâye anlatıyor. Ve bu bence artık MCU’nun en çok ihtiyaç duyduğu şey.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir