Çok Da Çılgın Olmayan Çoklu Evren – Doctor Strange In The Multiverse Of Madness İncelemesi

Doctor Strange 2 (ya da tam adıyla Doctor Strange In The Multiverse Of Madness) çıkana kadar hakkında hislerimin sürekli değiştiği bir filmdi. Filmin orijinal yönetmeni Scott Derrickson’ın kreatif farklardan ayrılması ve fragmanlara kadar sürekli “X filminden Y oyuncusu bu filmde gözükebilir!” tarzı dedikodular beni filmin aşırı karmaşık ve cameo dolu bir şey olacağından korkuturken Sam Raimi’nin yönetmen koltuğuna oturması haberi ve gayet umut verici fragmanlar beni heyecanlandırıyordu. Okuduğum ilk incelemelerin de karışık yorumlar olmasıyla beraber beklentilerimi düşürerek filmi çıktığı gün izledim, ve korktuğum gibi bir fiyasko olmasa da benim beklediğim film de değildi. Dilerseniz filmi önce spoilersız, sonra da spoilerlı olarak ele alalım.

Film, çokluevrenler arasında seyahat edebilen America Chavez’in gücü için kimliği bilinmeyen birisi tarafından avlanırken MCU’ya düşmesiyle beraber bizim Strange’imiz ile beraber çokluevrenler arasında bir maceraya çıkmalarını konu alıyor. Filmin senaryosu aslında olduça basit, ve film de bunun farkında. Filmin senaryosu konusunda beni en çok üzen şey, fragmanlardaki gibi Strange’in yaptığı bir şey yüzünden yargılanmasını görmemiş olmamız. Filmin bu zamana kadarki bütün fragmanları, Strange’in No Way Home’da kazara çoklu evrenin kapılarını açtığı için yargılanacağı izlenimini veriyordu ki bu filme en çok heyecan yapmamı sağlayan şey buydu. Marvel’ın sihirle alakalı çizgi romanlarında çok önemli bir ilke olan “sihrin bir bedeli vardır” tarzında bir şeyi dev ekranda göreceğimiz için çok heyecanlıydım, ama film buna değinmedi bile. Hikayenin sevmediğim başka bir yanı ise, bazı güzel hikaye elementlerinin temelini atıp filmde yeterince işlememesi, ama buna spoilerlı kısımda biraz daha değineceğiz.

Film, ana hikayesinin basit olduğunun farkında ve bunu avantaj olarak kullanıyor. Arada karakterlere daha derin indiği kısımlar, renklerin canlılığı ve oradan oraya atılan büyülerle gerçekten bir Doctor Strange çizgi romanı okuyormuşum gibi hissettim. Özellikle Strange’in bu filmdeki büyüleri beni çok mutlu etti, Sam Raimi sanki Doctor Strange’in diğer sahnelerini izledikten sonra “O kadar büyü yapabilen karaktere sadece eliyle kalkan yaptırıp kement mi attırıyorsunuz?” diye kızmış gibi. Film boyunca Raimi’nin büyü konseptiyle çok eğlendiği aşikar. Özellikle korku/gerilim sekanslarında Sam Raimi’nin yönetmenlik tarzı öne çıkıyor. Raimi’ye ne kadar özgürlük tanındığını bilmiyorum, ama kendisine tanınan özgürlükle yapabilidğini yapmaya çalıştığını anlıyorsunuz. Film cidden bir MCU filminden beklemediğim kadar vahşi sahnelere ev sahipliği yapıyor. İlk başta pazarlandığı gibi MCU’nun ilk korku filmi değil kesinlikle, ama Raimi korku ve yeri geldiğinde vahşet elementlerini yerinde kullanmış.

Görsellik açısından ilk filmdeki ayna boyutu ya da çoklu evren seyahati kadar vurucu kısımlar olmasa da film görsel açıdan tatmin edici, ama filmin genel sinematografisi maalesef beklediğimden daha basit olmuş, biraz daha ilginç kamera açısı görmek hoş olurdu. Ayrıca bir sahne dışında çoklu evren konsepti tam kullanılmamış gibi geldi, burada gördüklerimiz güzel olsa da birkaç tane daha beyin yakan, ilginç gözüken evren görmek güzel olurdu.

Spoilersız bir şekilde toparlayacak olursak Doctor Strange 2 bariz kusurları olsa da çizgi roman atmosferini iyi yakalayabilen, çok yüksek beklentilerle gitmezseniz kesinlikle eğleneceğiniz bir film. Hikayesinin basitliğinin farkında, ve bu basit hikayeyle verilebilecek en eğlenceli yolculuğu vermeye çalışmış. Cidden bir Marvel çizgi romanının atmosferini yakalamaya en çok yaklaşan MCU filmi olmuş.

SPOILER NOKTASINA GİRİYORUZ, FİLMİ İZLEMEDEN BURAYI OKUMAYIN

Üstte de söylediğim gibi filmin bariz kusurları ve eleştirilecek pek çok yönü var, ama bunlara girmeden önce filmin çok doğru yaptığını düşündüğüm bir şeyi konuşmak istiyorum: Cameolar. No Way Home’daki gibi cameoları hikayenin merkezine yerleştirmek yerine, birkaç dakikalığına gözüküp sonrasında hikayeyi terk ediyorlar. Tekrar çizgi romanlardan örnek vermem gerekirse, Doctor Strange’in bir sayfada Wanda ve Doctor Voodoo ile içmeye gittiği ya da Tony Stark’tan bir şey için yardım istediği kısımları andırdı. Kısa ve tatlı anlardı bence, ve tam dozunda tutuldular. John Krasinski, Reed’i MCU’nun devamında da oynayacak mı yoksa kendisini senelerce rolde görmek isteyenler için tek seferlik bir şey miydi hala anlamış değilim, ama seneler sonra beyazperdede Reed Richards görmek beni inanılmaz mutlu eden bir şeydi.

Cameo olarak görünmeyen karakterlerimizden konuşacak olursak, ben bu filmdeki Wanda’yı beğenemedim. Kendisi bu filmin ana kötüsü rolünde, ve Raimi kendisini korku filmlerindeki kötüler gibi kullanmayı gerçekten başarmış. Ana karakterlerimizin bir şey yapamadığı, sadece kaçabildiği bir güç olarak gördüğümüz sahneler hoştu. Ama buradaki Wanda ile WandaVision’ın sonunda bıraktığımız Wanda aynı değil gibi. Filmde “Darkhold kullananı bozar, onu kötüleştirir” tarzında bir açıklama yapılsa da; Westview’daki hareketlerinden pişman ama yine de çocuklarını aramaya hazır Wanda’dan bu filmdeki tam anlamıyla kötü, Kamar Taj’daki onca büyücüyü ve Illuminati üyelerini gaddarca katleden Wanda’ya geçişi çok ani buldum. Lafı açılmışken bahsetmek isterim, Illuminati üyelerinin öldüğü sahne hiç beklemediğim kadar vahşiydi. Black Bolt’un ağzı yok olduğu için sesiyle kendi beynini patlatması, Wanda’nın Reed’in adeta rendelemesi, Captain Carter’ın kendi kalkanıyla ikiye bölünmesi bir MCU filminde görmeyi beklemediğim sahnelerdi.

Strange ise beni biraz üzen karakterlerden oldu, çünkü bu filmde çok güzel işlenebilecek bir konunun temeli atılırken fazla yoğunlaşılmıyor. Filmin başında önceki filmden gördüğümüz Nicodemus West kendisine yapılabilecek en iyi şeyin cidden taşı Thanos’a vermek mi olduğunu soruyor, Strange de yapılacak tek şeyi yaptığını söyleyerek savunduğunda Strange’in her zaman her şeyde en iyisi olması gerekecek kadar kibirli olduğunu söylüyor. İlerleyen sahnelerde, Christine Palmer o kritik soruyu soruyor: “Mutlu musun, Stephen?”. Bunu ilk duyduğumda o kadar heyecanlanmıştım ki… Sam Raimi’nin yönetmenliğinde aksiyonun yanında ana karakterin gerçekten mutlu olup olmadığını da sorgulayacak, Stephen Strange karakterinin derinlerine inen bir film izleyecektik. Ayrıca Mark Waid’in yazdığı Doctor Strange serisindeki gibi onca aksiyonun yanında Strange’in kibirine ve karakterine de inecektik. Ama ne yazık ki öyle olmadı, ve “Mutlu musun?” sorusu filmin son 25-30 dakikasına kadar tekrar gündeme gelmedi. Filmin kapanışında Stephen’ın Wong’a dünyayı kurtarmalarına rağmen mutlu hissetmediğini söylediği sahne filmdeki favori sahnem olabilir (Stephen ve Wong’un birlikte olduğu her sahneye bayıldım bu arada). Strange’in kibiri ve sürekli çözüm ondaymış gibi düşünmesine dikkat çekmeleri de güzel oldu, America’yı kurtarmak için Darkhold’u kullanmasından sonra başına gelecekleri üçüncü filmde göreceğimizi düşünüyorum.

Son olarak bahsetmek istediğim diğer bir konu ise filmin müzikleri. Bu filmin müziklerini ünlü besteci Danny Elfman besteliyor, ve bunu duyduğum günden beri içimi büyük bir korku kaplamıştı. Danny Elfman zamanında ne kadar ünlü ve ikonik besteler yapsa da, günümüzdeki işlerini kesinlikle beğenmiyorum. Age of Ultron ve Justice League’deki müziklerini fazla düz ve akılda kalmayıcı buluyorum, ayrıca kendisinin garip bir huyu var; eğer bir karaktere kendisinden önce başka bir besteci bir motif ya da tema yazdıysa genelde onları kullanmıyor. Age of Ultron’da Avengers temasını kullanamama şansı yoktu elbette, ama Justice League’de Hans Zimmer’ın bir bestesini bile duymadık mesela. Burada da maalesef aynı durum olmuş. Bir ya da iki yer dışında Michael Giacchino’nun ikonikleşmiş Doctor Strange müziklerinden eser yok, ve müzikler sahnedeki duyguları vermekte iyi iş çıkarsa da aklımda kalan, filmden çıkar çıkmaz “Buradaki müzik ne iyiydi be” diye düşündüğüm bir parça olmadı. Müzik açısından maalesef ilk filmin altında kalmış.

Multiverse of Madness eğlenceli ve bence gereksiz fazla nefret edilen bir film olsa da beklediğim film kesinlikle değildi. Güzel görselleri, canlı renkleri ve Raimi’nin yönetmen koltuğunda olması filmi ne kadar taşısa da eldeki konseptlerle, özellikle çoklu evren gibi bir konseptle anlatılabilecek en iyi hikayenin bu mu olduğunu soruyorsunuz. Sam Raimi’yi çok sevmeme ve kusurlarına rağmen bu filmden memnun ayrılsam da Scott Derrickson’ın orijinal devam filmi fikrini, ve bize “MCU’nun ilk korku filmi” diye pazarlanan filmi izlesek daha mı güzel olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir