Korkuyu Yönetmek – Mike Flanagan Evreni: vol 1

Son zamanlarda adını çok sık duymaya başladığımız biri oldu Mike Flanagan. Korku türünde dikkat çekici işler yapan ve oldukça hızlı ilerleyen bir yönetmen kendisi. Yaptığı çoğu iş kendini tekrar etmekten uzak ve hep farklı bakış açılarıyla sunuyor korkuyu önümüze. Artık klasikleşmiş ve eski yapımları kopyalayan günümüz korku sinemasına yeni bir dönem getirmeye çalışan biri. Korku türünün en farklı senarist ve yönetmenlerinin arasında yer alıyor ismi. Her yeni projesinde bir adım daha ilerliyor ve giderek işleri mükemmelleşiyor. Bunun tabii zaman içinde artan bütçesiyle de alakalı olduğunu düşünüyorum. Yine de kendisinin hakkında konuşmaya değer bir yönetmen olduğunu düşünüyorum. Bu yazımda biraz Mike Flanagan’ın sinemaya, korku türüne bakış açısından ve kendisinin tam yetkide olduğu The Haunting of Hill House isimli diziden bahsecedeğim. Bu ufak bir seriye giriş yazısı oluyor aslında, sırayla Flanagan’ın tüm yapımlarını ve tekniklerini inceleyeceğiz.

Mike Flanagan, korkuyu hayatla bağdaştırmayı seven bir yönetmen. Korku türüne bakış açısı çok farklı bu yüzden onu anlatım biçimi de çok farklı. Korkuyu klasik yöntemler yerine hayatın herhangi bir yerinden bir olayla, bir duyguyla bağlar yapımlarına. Bu yüzden de onun yapımlarını izleyen çoğu kişi (özellikle The Haunting Antolojisini) çok rahatlıkla senaryoyla bağ kurar. Senaryoyla bağ kurduktan sonraysa artık o korkuyu hissettirmek daha kolaydır. İnsanı sadece korkutmakla değil de o korkuyu düşüncelerine bağlamakla ilgilenen bir yönetmen. Elindeki materyali çok iyi tanıyan ve o materyalle oynamasını çok iyi bilen biri. Çalıştığı oyuncular onun hakkında hep, en ufak sorularını bile cevapsız bırakmadığını, senaryonun görsel olarak nasıl aktarılacağını saatlerce onlara açıkladığını söyler.

The Haunting of Hill House – Kırık Bir Ailenin Ardından

Mike Flanagan bu diziyi Shirley Jackson’ın 1959 yılında basılan aynı isimli romanından uyarlıyor, kendisinin en sevdiği romanlardan biriymiş ve bunu uzun süredir çekmek istiyormuş. 2018 yılının Ekim ayında Netflix üzerinden yayınlanan dizi her biri 50 dakika civarında olan 10 bölümden oluşuyor. Her ne kadar bir roman uyarlaması olsa da romanla dizi arasında çok fazla farklılık var. Mike Flanagan’ı bu diziye kadar uzaktan takip eden biriydim. Sıkı takipçisi olmam bu diziyle beraber başladı. Zaten bu diziden ve Bly Manor’dan sonra Flanagan’a ve The Haunting antolojisine karşı ciddi bir fan kitlesi oluştu. Bu fan kitlesi de şu an hala aktif olarak Reddit, Discord gibi yerlerde dizilerin derinlerine iniyor. İzleyicisini ve hitap edeceği kitleyi iyi bildiği için bu kitleyi oluşturmak Mike Flanagan için pek zor olmadı. Dizinin farklı yerlerine farklı türden izleyicilere hitap edecek materyaller yerleştirdi.

Konusundan spoiler vermeden bahsetmem gerekirse; 5 çocuklu Crain ailesinin drama dolu yaşamını izliyoruz diyebilirim. 1992 yılının yazında Crain ailesi Tepedeki Ev’e taşınır. Birkaç ay bu evde kalacak, evi elden geçirip tamir edip satacaklardı. Tıpkı diğer evlere yaptıkları gibi. Bu evden kaldıracakları büyük parayla da sonunda kendilerine ait bir eve çıkabileceklerdi. Yaz dönemini bunun için feda etmek ufak bir bedeldi onlar için. Ancak evin onlardan almak istediği tek şey yaz dönemi değildi maalesef ki. Büyük hayallerine büyük bir adım olarak taşındıkları bu ev, Crain ailesinin hayallerinin sonunu getirmeye hazırlanıyordu.

Mike Flanagan’ın teknik açıdan en çok öne çıktığı işlerden birisi bu dizi. Özellikle çıktığından beri herkesin konuştuğu Two Storms isimli 6. bölüm çok başarılı, ilerde detaylarına ineceğim. Mike Flagan’ın bu projeye başlama sebeplerinden biri aslında bu 6. bölüm. Kendisi bu şekilde tek çekim uzun parçalardan oluşan, içinde aile draması bulunduran bir dizi çekmek istiyormuş ve Shirley Jackson’ın kitabı da bu kalıba tam uymuş. Yapım aşamasının en başından beri 6. bölüm planlanılarak oluşturulmuş tüm set.

Flanagan’ın yaptığı en iyi şeylerden biri de cast seçimi olabilir. Zaten genelde aynı 2-3 kişiyle çalışmayı seven birisi kendisi. Ama özellikle bu yapım için seçtiği çocuk oyuncularla zirveye çıkmış diyebilirim. Tek çocukla bırak korku dizisini, normal bir dizide çalışmak çok zor olabilecekken Flanagan 5 çocukla harika bir iş ortaya koymuş. Korku dizisi çekerken aynı zamanda bu çocukları korkutmamak ama o korkuyu da seyirciye hissettirmek gerekiyor. Ve bunu çok çok iyi bir şekilde başarıyorlar. Two Storms bölümünde geçen her koreografiyi ezberlemelerine, tüm adımlara uyabilmelerine değinmiyorum bile. Aynı zamanda seçilen çocuk oyuncularla yetişkin oyuncular da birbirlerine ciddi anlamda benziyorlar. Fiziksel benzerlik bir yana, onları izlerken de gerçekten küçüklüklerini izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Bunun için de çocuk oyuncularla onların yetişkin halleri beraber şöyle bir çalışma yürütmüş: Çocuk oyuncuların repliklerini onların yetişkin halleri çocuklara canlandırmış, tam tersini de yapmışlar ve beraber bolca karşılıklı okuma pratiği yapmışlar. Hugh Crain’i gençliğini canlandıran Henry Thomas’la yaşlılığını canlandıran Timothy Hutton da çok benziyordu. Hatta ilk gördüğümde “Ya acaba aktörü mü yaşlandırdı bunlar??” diye düşünmüştüm…

Yazının bu noktadan sonrası spoiler içermektedir.

Netflix, Mike Flanagan’a bu dizi için tam yetki vermiş. Yani dizinin yaratıcısı, yönetmeni ve senaristi aynı kişi, Mike Flanagan. Kendisi de hem senaryo açısından, hem de teknik açıdan bir başyapıt çıkarmış. Kendi yazdığı şeyi kendisinin görsele dökmesi de dizi boyunca tanık olduğumuz görsel şöleni kaçınılmaz yapıyor.

90 dakikalık bir yapımda insanları 3-4 kez korkutup işi kotarabilirsiniz. 10 saatin üzerinde bir yapımda ise işin kuralları değişiyor. Gerginlik hissi yaratarak bunu mümkün olduğunda uzun bir süre korumak istedim.

Hayatımızda bir sürü hayalet olduğuna inanıyorum. Farklı formlarda olabilirler. Pişmanlık, utanç, acı, anı, suçluluk ve böyle şeyler.

Yukarda da okuduğunuz gibi, birkaç jump-scare kullanmanın bu iş için yetersiz olacağını biliyordu Flanagan. Bu yüzden diziye hayatın içinden derin anlamlar katarak bizi korkutmaya çalıştı. İlk olarak diziye çok yüzeysel bir şekilde bakarsak Crain ailesinin 5 çocuğunun aslında yasın 5 aşamasını temsil ettiğini anlayabiliriz. Bu da korkuyu geçirmek için iyi bir yöntem çünkü; yas aşamaları artık karakterlerin bir parçası haline gelmiş. Ve yas tutmak bizim için her zaman korkutucu bir şey olmuştur, çünkü yanında her zaman bir kayıpla gelir.

Steven Crain: İlk çocuk olarak ilk aşama olan ‘inkar’ Steven’a kalıyor. Neredeyse hikayenin sonuna kadar bütün bu yaşananları çok saplantılı bir şekilde inkar ediyor. Tüm bu hayalet işlerinin yalan olduğunu, ailesinde kalıtsal bir mental rahatsızlık olduğunu düşünüyor. Hatta bu fikrine o kadar bağlı ki, kendisi çocuk sahibi olmamak için operasyon geçiriyor. Tabii Steven karakterinin tek alt-metni bu değil. Öncelikle Steven’ın gözlerinden başlayan dizi, onun gözlerinden bitiyor. Biz de ister istemez bir noktaya kadar Steven gibi düşünüyoruz dizide. “Belirtileri görebilenler için çok fazla belirteç vardır.” demişti babası onun için. Aslında biz de öyle değil miydik? Steven gibi bizim de dizi boyunca yok sandığımız ama aslında gördüğümüz birçok hayalet var. Ya da Abigail. Birçoğumuz Luke’a olan önyargımızdan dolayı onun hayali olduğunu, bir hayalet olabileceğini düşünmedik mi? Birçoğumuz işaretleri yanlış okumadık mı?

Shirley Crain: Ailenin 2. çocuğu olan Shirley’e de yasın 2. aşaması olan ‘öfke’ düşüyor. Kendisi ailenin en sert ve en acımasız üyesi belki de. Çocukluğundan beri içindeki kızgınlığı ailesine karşı, kardeşlerine karşı en çok dile getiren kişi. Steve’e kitap konusunda en çok kızgın olan kişi de kendisi. Ama asıl içindeki bu büyük öfke kendine duyduğu öfkeden kaynaklanıyor: Yıllar önce eşini aldattığından beri kafasındaki ve çevreye göstermeye çalıştığı mükemmel Shirley’e karşı duyduğu öfke. Bu da aslında Shirley’nin hayaleti. Herkese saçtığı öfkeyi kendisine saçamaması. Sürekli ondan kaçması.

Theodora “Theo” Crain: Üçüncü aşama olan “pazarlık” etkilerini Theo üzerinden aktarıyor. Kendisi sürekli hayatla bir pazarlık halinde. Bu özelliği çocukluğundan beri var. Başlarına bir olay geldiğine bunun neden kaynaklandığına dair cevaplar arayan bir karakter kendisi. Her ne kadar başlangıçta bu özellik ona aileden geçme psişik güçlerden kaynaklı olsa da, bu güç ve onla başa çıkma yöntemi onun karakterini oluşturdu. Annesinin ona verdiği eldivenler sadece korkunç şeyleri hissetmesini değil, onlarla beraber biriktirebileceği mutlu anlarını da hissetmesini engelledi. Hayatla yaptığı hayali anlaşmanın, pazarlığın, bedeli de buydu. Bir şeyler hissetmekten kaçan Theo’nun bakış açısını değiştiren de ölen kız kardeşiyle annesinin aslında hiçbir şey hissetmediğini fark etmesi oldu. Ölümün koca bir boşluk olabileceği gerçeği. Bir daha asla hiçbir şey hissedemeyecek olduğumuz gerçeği.

Luke Crain: Dördüncü aşama olan ‘depresyon’ aşaması. Çocukluğundan beri onu kovalayan hayaletlerden kaçış yolunu uyuşturucu kullanmakla bulan küçük. Tepedeki Ev’de yaşadıkları travmalardan en çok etkilenen kişi oluyor Luke. İkizi dışında kimse ona inanmadığı için, hem de küçüklükten beri, giderek yalnızlaşan Luke çareyi bunlarda buluyor. Çocukluğunun hayaletlerinden kaçmak için uyuşturucuya dadanıyor yani. Bunu gerçekten bırakmak istediğindeyse kardeşlerinin ona hem bu konuda, hem de bir şeyleri görmesi konusunda inanmaması işleri iyice zorlaştırıyor. Nell gibi giderek yalnızlaşıyor o da. Bu da başınıza gelebilecek en korkunç şeylerden biri: Yardıma muhtaçken bir başına kalmak. Şöyle de bir detay var ki; Luke, her zaman büyük abi/büyük adam olmaya hevesli bir çocuktu. Eve taşındıkları zamanda da onun peşine takılacak hayaletin şapkasını almış, kendini büyük adam gibi hissettiği için çok mutlu olmuştu. Yıllar yılı bu hayalet onu kovaladı. Büyümenin hayaleti. Ayrıca Reddit’te denk geldiğim ama doğruluğundan emin olmadığım ufak bir detayı da paylaşmak isterim: Luke’un kendini korumak için geliştirdiği bir mekanizma var biliyorsunuz. 7’ye kadar saymak. Bunu aile bireylerinin sayısı olarak Nell’e anlatıyor. Evet bu da çok duygusal bir detay, özellikle o yaştaki çocuğun yerine kendinizi koyduğunuzda… Fakat şöyle bir teori var ki, Luke’un yatağından Nell’in yatağına olan adım sayısı da 7. Tesadüf mü? Olabilir. Olmayadabilir.

Nell Crain: Son aşama olan ‘kabullenme’ aşaması. Depresyon ve kabullenme aşamalarının ikizlere denk gelmesi de ayrı bir güzel detaydı, söylemeden geçmeyelim. Bu aşamada Nell aslında ailenin kurtuluşu oluyor. Bildiğimiz ve gördüğümüz üzere Nell çocukluğundan beri kendinden çok önce kardeşlerini düşünen biriydi. Çocukken Noel Baba’ya yazdığı mektuplarda önceliğini hep kardeşlerinin istediklerine vermesi, aile parçalandıktan sonra babasına yazdığı mektuplarda hep önce kardeşlerinin neler yaptığından bahsetmesi bu durumun en açık örneklerinden. Luke ile aralarında olan özel bağa değinmiyorum bile. Tüm bu sevgisine rağmen Nell hep bir şekilde en dışta kalan kardeş oldu. Bir Luke vardı onu anlayan, onu koruyan. Ama o bile gerektiğinde Nell’in yanında değildi. Öldükten sonra bile hala kardeşlerini, ailesini kurtarma çabasındaydı. Hayalet haliyle onlara gözükerek, kendi tabutunu devirerek, kız kardeşlerini yoldan çıkararak, en sonda da Kırmızı Oda’da hepsini uyandıran oydu… Dizide beni en çok etkileyen, en çok şaşırtan kısım da Nell’in çocukluğundan beri kendi korkusu olması oldu. Tepedeki Ev’deki zaman bükülmesinden dolayı, gelecekti intihar etmiş halinin, hayaletinin, senelerdir Nell’i ‘avlıyor’ olması çok korkutucu bir gerçekti bence. Hayatımızda bir türlü peşimizi bırakmayan korkuların en temel kaynağının aslında biz olduğumuza dair müthiş bir göndermeydi bu. Geçmişte yaşadığımız travmalar, gelecekte yaşayacağımız travmaların tohumlarını ekiyor.

Genel detaylı bir incelemeye gelirsek de; Olivia’nın ölümüyle parçalanan ailemiz Nell’in ölümüyle yeniden bir araya gelmek zorunda kalıyor. Dizide bölümler ilerledikçe ve küçük çocuklara gelindikçe yaşanan travmaların yoğunluğu da artıyor. Steve’in bölümünde zaten Steve tüm bu olanlara inanmadığı için en az travmayı onda görüyoruz. Daha sonra Shirley bölümünde tam bir şeyler olacak gibi derken ardından mantıklı bir açıklama geliyor. Korkunç gölgeler arı yuvası çıkıyor, kedi tekrar canlandı sanıyorken içinden böcek çıkıyor gibi. Theo’nun bölümüyle aslında yavaş yavaş dizinin doğaüstü kısımlarına kayıyoruz ve sorgulamaya başlıyoruz. Luke ve Nell’in bölümlerine geldiğimizdeyse işler çığırından çıkmış oluyor.

Dizinin ilk 5 bölümünde o aslında bütün bir hikayenin farklı yüzlerini izliyoruz. Tüm çocukların gözünden hem geçmişi, hem de şimdiyi görüyoruz. Yaşadıkları travmaları, bu travmalar onları nasıl etkilemiş, aynı şeyleri yaşadıklarını düşünürken aslında nasıl da farklı şeyler yaşamışlar, aralarındaki güven duvarı nasıl kırılmış… Bunların hepsine cevap niteliğinde 5 bölüm izliyoruz, hepsi bir çocuğa ayrılmış şekilde. Bu 5 bölümün ardından gelen 6. bölüm ise dizinin en kilit bölümü. Two Storms isimli bu bölüm, The Haunting of Hill House ilk çıktığında ortalığı kasıp kavurdu. Hem teknik açıdan, hem de hikaye açısından üstüne saatlerce düşünülecek bir bölüm. Olivia’nın ölümünden beri ayrı noktalara saçılmış ailemiz, Nell’in cenazesi için bu bölümde bir araya geliyor.

Yapım sırasında şimdiye dek karşılaştığım en büyük zorluğa dönüştü.

Mike Flanagan, twO STORMS BÖLÜMÜ HAKKINDA

Daha önceden de dediğim gibi, Mike Flanagan tüm diziyi aslında bu bölüm üzerinden planlıyor. Two Storms bölümü, tek çekim olarak çekilmiş 4 parçadan oluşuyor; kesintisiz, 18 sayfalık parçalardan. Teknik kurgusu mükemmel olan bir bölüm. Cenaze evi ve Tepedeki Ev arasında birçok geçişe ev sahipliği yapan bu bölüm için dizinin seti en başından ona göre inşa edilmiş. Cenaze eviyle Tepedeki Ev’i yan yana konumlandırmışlar, setin ortasına bir asansör yapmışlar, gizli saklanma noktaları yapmışlar, Tepedeki Ev’i baştan aşağıya gezecekleri için ona da ayrı bir tasarım oluşturmuşlar. Bu bölüm için günlerce ışık ve koreografiye çalışmışlar. Saniyelik kaybolup beliren hayaletler, kırılan camlar, düşen avizeler… Bu bölümde gördüğümüz her uzun çekim parçanın ardında aslında yüzlerce kişinin emeği var. Ve bu yüzlerce kişi yüzlerce işi aynı anda, çok kısa süreler içerisinde yapıyor. O yüzden haftalarca bu bölümün teknik kısmının provası alınmış. Daha sonrasında da oyuncularla yapılacak çekimlerde oyuncular kendi repliklerinin yanında onlardan önce ve sonra gelen replikleri, tüm bu koreografiyi, giriş-çıkış yapacak hayaletleri, ışıkların sırasını da ezberlemişler. Hepsi taslakta yazıyormuş yani. Olağanüstü bir ahenk içinde olmak gerekiyor anlayacağınız. İşin en çok övgüyü hak eden kısmı da tüm bu tek çekim parçalarını küçük 5 çocukla birlikte başarıyla çekmiş olmak. 15-18 dakika arası süren çekimlerden bahsediyoruz ve en ufak bir hata tüm çekimin başa sarılması, herkesin emeğinin boşa gitmesi anlamına geliyor. O stres ve o baskının altında bu çocuklar nasıl bu kadar iyi bir performans sergilemiş anlamak mümkün değil. Bu bölümle alakalı en önemli şeylerden biri de kesmeden çekime devam edebileceği çok yer olmasına rağmen bazı yerlerde sırf sahnenin vuruculuğunu yaşatması için çekimi orada durdurmuş Flanagan. Yaptığı işin düzgünce işlenebilmesi için yeri geldiğinde teknikten de vazgeçmesi bu işe ne kadar saygı duyduğunu gösteriyor.

Ailenin birleştiği 6. bölümün bu şekilde tek plan halinde parça parça çekilmesi de benim kalbimde hep Flanagan’ın bu duruma yaptığı ufak bir kıyak olarak kalacak. Bu tekniği özel olarak ailenin yüzleştiği, bir araya geldiği bu bölümde kullanması bu işin üzerinde ne kadar düşündüğünü gösteriyor bize.

Altıncı bölümle beraber dizideki birçok şey açıklığa kavuşuyor aslında. İlk bölümlerde bize pek fazla Olivia’yı göstermeyen dizi onunla alakalı tamamen açılıyor. İlk başlarda baktığınızda aslında Hugh da Liv de örnek ebeveynler gibi duruyor. Çocuklarıyla ilgileniyorlar, onlar için endişeleniyorlar, onlar için en iyisini istiyorlar. Fakat Liv, bu ebeveynlik işinin endişelenme/düşünme basamağını biraz fazla aşıyor. Çocukları hayattan korumakla onları hayata hazırlamak arasında çok ince bir çizgi var. O çizgiyi aştığınızda ne kadar ilerlediğini fark edemiyorsunuz. Bu çizginin iki tarafını da dizide çok iyi görüyoruz, hem Dudley ailesiyle hem de Crain ailesiyle. Başlarda bunu bize ufak ufak gösteriyorlar ama Liv sürekli çocuklarının geleceği hakkında korku halinde. Yavru kedilerle yaşanan travmada Shirley’e migreni yüzünden açıklama yapamadığı gün, “Bu onun için bir travma olacak, tüm hayatını etkileyecek.” diyor, ve gerçekten de Shirley gelecekte cenaze evi yürütüp ölülere makyaj yapıp onları cenazelerine hazırlıyor. Evde bir zaman bükülmesi olduğunu da zaten Nell’den dolayı öğrenmiştik. Liv tam da bu sebepten Luke ve Nell’in gelecekti ölü hallerini görüyor. Aslında Nell’in kendini avlaması gibi Liv’in korkuları da onu avlıyor. Tek farkı, Liv geleceği görüp aklını kaybediyor.

Tüm bu yaşananlar beraber fark ediyoruz ki aslında Hugh da bir noktada çaresiz kalmış. Beş küçük çocuk ve ev yüzünden giderek akıl sağlığını yitiren bir anne, adam evde inanılmaz yalnız anlayacağınız. Hugh’un bir baba olarak çocuklarını korumak için, onların kafasındaki anne imajını bozmamak için kendini çocuklarından uzaklaştırması… 6. bölümde Hugh cenaze evine gelip çocuklarını ilk gördüğü anda diyor ki “Geciktiğim için üzgünüm.” Bunu söylemesiyle beraber çocukların yetişkin hali yerine çocukluk hallerini görüyoruz. Bir şeylere geç kaldığını bu kadar geç fark etmek yeterince korkunç değil mi? Çok zekice tasarlanmış bir sahneydi bu bana kalırsa.Dizinin geneline baktığımızda da Hugh’da sürekli “Ben bunu düzeltebilirim, tamir edebilirim.” takıntısı olduğunu görüyoruz. Yani hem adamın mesleği bir şeyleri düzeltmek, hem de bir babanın kendine yüklediği sorumluluktur bir şeyleri düzeltmek. Bu bağlantı da çok takdir edilesi. En çok üzüldüğüm bölümlerden biriydi babanın bölümü.

Yazının sonuna doğru yaklaşırken dizinin sonunda, her şeyi açıklığa kavuşturan Kırmızı Oda’dan bahsedelim biraz. Bir evin görevi nedir? Sizi dış dünyanın tehlikelerinden korumak, temel ihtiyaçlarınızı karşılamak, size güvende, huzurda hissedeceğiniz bir ortam oluşturmak. Tepedeki Ev’in Kırmızı Oda’sı aslında tam olarak bunu yapmıyor muydu? Ailedeki herkese kendini güvende, huzurlu ve mutlu hissedeceği kişisel bir alan sundu. Bu onun avlanma şekliydi. Herkesin kendini en huzurlu hissettiği yer dizinin sonunda herkesin sonunu getirecek yer oluyordu… Evin oyununun bir parçası olarak seneler boyu Tepedeki Ev’de yaşanan olaylar konuşulurken tüm kardeşler ve baba olayları farklı hatırlıyordu. Çünkü bahsettikleri şeyler aslında hiç var olmamıştı. Bu da aile içinde giderek büyük bir güvensizliğe ve iletişim problemine yol açtı. Bu çok büyük bir trajedi. Final bölümünde Kırmızı Oda tüm kardeşleri avlamaya hazırken Liv’in ve sonradan öldüğünü anladığımız Hugh’un hayalet halleriyle fiziksel olarak çocuklarına, Nell’in kardeşlerine destek çıkabildiği o an dizinin zirveye ulaştığı anlardan biriydi bence. Çünkü birinin ölmesi, onun artık sana destek olamayacağı, yanında olamayacağı, senin elini ihtiyacın olduğunda tutamayacağı anlamına gelmez. Sembolizmi suyunu çıkarmadan, gerektiği yerde ve çok şiirsel bir anlatımla kullanmışlar hep. Bu harika bir yazarlık ve yönetmenlik.

Ayrıca dizinin son sahnesiyle alakalı da şöyle bir detay var; senaryo ilk yazıldığında ailenin kalan üyelerinin bir arada olduğu ve Luke için kutlama yaptıkları sahnede aslında arka planda Kırmızı Oda’da gördüğümüz cam olacakmış. Yani aslında Kırmızı Oda’da hapsolmuş bir hayali yaşıyor olacaklardı. Çekimden önceki gün Flanagan’ın vicdanı buna el vermemiş. Kendisi bir ropörtajında şöyle diyor:

Bitiş monoloğunda ailenin bulunduğu odada Kırmızı Oda’nın penceresi olması fikriyle bir süreliğine oynadık. Bir süreliğine, plan buydu. Belki o odadan hiç çıkamamışlardı. Çekimden önceki gece birden aklıma geldi ve yatakta doğruldum, kendimi suçlu hissettim. Bu beni şaşırttı. Karakterleri o kadar çok sevmeye ve benimsemeye başlamıştım ki onların mutlu olmasını istedim. Ertesi gün işe gittiğimde “Pencereyi koymak istemiyorum, bu adaletsiz.” dedim. 10 saattir bu yolculuktayız, bu birkaç dakikalık umut benim için oldukça önemliydi.

Açıkçası sanırım finalin hangi halini tercih ederdim bilmiyorum. Genel olarak fikre baktığımızda da çok temel ama çok güzel bir fikre sahip Hill House. Genelde hep lanetli evlerde geçen hikayeleri izlerdik. İnsanlar ölürdü, kimileri kalırdı, laneti çözerlerdi vs. Fakat burada lanetli bir evden sonrasını, evin insanlara bıraktığı travmaları anlatıyorlar bize. Çok iyi bir fikir bu bana kalırsa. Aslında dizi, korku türüne alışkın izleyiciler için birçok klişeye de sahip. Fakat bunu bir avantaj haline getiriyor. Sizin o çok beklediğiniz, kesin geliyor dediğiniz bir jump-scare sahnesinde onu öyle bir getiriyor ki korkmadan duramıyorsunuz. Ya da bu olayı buraya bağlarlar dediğiniz bir klişeyi ya çok farklı bir yere bağlıyor, ya da çok farklı bir şekilde bağlıyor. Ayrıca dizide bölümler boyunca ne gördüysek hiçbiri boş kalmadı, hepsini bir bölümde mutlaka bir yere bağladılar. Bu kadar parçalı ve katmanlı yapıya sahip bir dizi için de bu yapılması zor bir şey. Bu diziyi ilk çıktığında izledim, bir sene sonra tekrar izledim, ve bir sene sonra bir daha izledim. Çok katmanlı bir yapım olduğundan her izleyişimde ana hikayeyi bildiğim için yeni detaylar, yeni gizemler keşfettim. Diziyi bir kez izleyip beğenenlerin kesinlikle bir daha izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Diyalogları, monologları çok güçlü ve çok şiirsel olan bir dizi. Bir korku işinden beklenmeyecek derecede fazla sembolizmi, felsefi anları var. Ama aslında bu da en büyük korkularımızın hayatın içinden, gerçek dışı sanrılardan değil de gerçeklikten kaynaklanmasına dayanıyor.

The Haunting of Hill House, izlemesi ve sindirmesi oldukça zor olan bir yapım. Çünkü hepimizin çocukluğuna dair, anne/babasına dair, kardeşlerine dair, kendiyle yüzleşemediği konulara dair travması var. Ve bunlar çok korkunç. Dizi de bunları bize göstermekten çekinmiyor, çünkü o da oradan güç alıyor. Karakterlerle gerek kişisel sebeplerden gerek oyuncuların başarısından kaynaklı yeterince fazla bağ kuruyoruz ve bir süre sonra kronik olarak onlar için endişelenmek bizi korkutan başka bir unsur oluyor. Tekniğinden senaryosuna, diyaloglarından oyuncularına, müziklerinden görselliğine her şeyiyle çok düşünülmüş ve çok zekice kurgulanmış bir yapım olduğunu bana hissettiren bir diziydi. Bir korku dizisinden çok dram dizisi belki. Ama hayatımızdaki en korkunç anılarımız yaşadığımız dramlara ait değil midir zaten?

Mike Flanagan’ın işleri arasından bir sonraki inceleyeceğim yapım The Haunting of Bly Manor olacak, bu uzun yazıyı buraya kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir